Thursday, February 7, 2008

hiç gitmediğim bir yer

hiç gitmediğim bir yer, ve iyi ki
duyum ötesi, bu gözlerinin sessizliği:
en ufak kımıltında bir şeyler sarmalayan
ya da öyle yakınlar ki dokunamadığım

aralıyor usulca en ufak bakışın
oysa yumduydum kendimi parmaklar gibi,
yaprak yaprak açıyorsun beni nasıl Bahar
açar ilk gülünü (gizemle, usta bir dokunuşla)

ya da örtesin istedin beni, ben ve
yaşamım kapanır bir guzel, hemen,
hani bu çiçeğin kalbi düşlüyor ya
özenle her yere inen karı;

ne karşılık bu dünyada algıladığımız
senin yoğun kırılganlığının gücune: dokusu
beni ülkelerinin rengiyle zorluyor,
ölüm ve sonsuz sunuyor her solukta

(bilmem nedir bu sendeki örtüyor
ve açıyor; bir içimde bir şey anlıyor
gözlerinin sesi tüm güllerden derin)
kim sahibi, yağmur dahil, böyle küçük ellerin

-ee cummings -türkçeye teklif: Hulusi Cinar

Collateral

Ve Los Angeles belediye otobuslerinin birinde bir adam olusu bulurlar. Saclar kircil, sakal kirli. Gravatsiz beyaz gomlegi bi yakismis, bi yakismis. Gri takim elbiseli.

Vincent bu.

Koltuga cokmus, one kivrilip kalmis. Uyuyor sanki. Magrur. Zinde.

Bir ceset.

Kursunlanan insanlar karna, cigere vizz diye giren metalin hiziyla yikilir, ancak Vincent, kursunlari yeyince ihh bile demeden, vurulmusluguna, eline bulanan kanlara bir $a$kin bakar, vurusma silahini sahneden cekilme jestiyle yere birakip koltuga coker, infazcisi karsisina gelip oturdugunda bir iki mirildanir, basi one duser. Bir daha kalkmaz.

Bir profesyonel. Asker. Insansevmez bir tetikci.

Ne yazik! Gece boyu kolladigi, defalarca hayatini kurtardigi, hatta hastanede anasini cicekle ziyarete bile gittigi yolda$i, mecburcu yardakcisi, temiz ve titiz taksi soforu Max’in elinden olur mafia tetikcisinin sonu.

Nerden bilsin Max.

Hem, defalarca sokuldugu cendereden cikmaya yeltendi. Bosuna. Vincent dokuz canli sapik misali yakasindan tuttugu gibi gece boyunca suren infazlarin girdabina firlativerdi Max’i.

Vincent’in davranislarini belirleyen tek olcu eline verilen i$tir. Bir kere olum hukmu cikmissa birinin hakkinda, onunu ardini sorgulamaz. Milimetrik hasasiyetle iki gogse, bir alna, kursunlari cakar.

Isini icra ediyorken, Max kadar titizdir.

Max’in taksisi cicek gibi bakimlidir, hizmeti kusursuz ve dakiktir. Koca metropolde gunun hangi saati bir mahalden otekine ne zaman varilcagini iddia kesinliginde bilir. $a$maz. Musterileriyle varirsin-varamazsin seklindeki dakikalik iddialari kazanir. Yoksa, ta$ima ucretsiz.

Dan-dan, iki gogse, dan, bir alina.

Azrail. Vincent.

Max bir gece boyunca olum melegiyle dolasir. Hukumlulerin kacinilmaz sonlarinin hazirlanisini ve getirili$ini seyreder. Bir-iki-uc-dort.

Los Angeles’in sokaklarinda vah$i hayvanlar dola$ir. Araba farlarinda isil isil yanan gozlerini dikerler uzerinize.

Bakakalirsiniz.

Sonra, usul usul seker giderler.

Sehir koca bir hayvanat bahcesi.

Vincent, ilahi acimasizlikla bakar insana. Su koca galakside, bir toz parcasinin ustunde kivil kivil kivranan $u bocekler, biz, nedir.

Olum durdurulamamaktadir artik. Infaz her yerden dagitilmaktadir.

Kurbanlar hakkinda Vincent’in elindeki tek bilgi bir bilgisayar icindeki kimlik ve adres bilgileridir. Deri canta icinde tasir. Max, bir ara –hasta annesini ziyaret ettiklerinde Vincent’in muhabbete kaptirmasini firsat bilip- olum fermanlari elektronlara yazili mazlumlarin hayatini kurtarirmiyim diye, cantayi kaptigi gibi seyirdip tup-gecit kopruden otoyola atar. Canta icindekilerle birlikte unufak olur gider.

Soker mi. Olum durdurulabilir mi.

Sokmez.

Vincent, Max’i kendi yerine gecirip, kurbanlara dair bilgiyi bir daha edinir.

Max’i gormelisiniz.

Infaz bilgilerinin yedegini edinecegi vah$i insan ormani mafya kovanina sanki Vincent’miscesine girer ve cikar.

Vincent’miscisine degil, Max, Vincent olur. Polisler, FBI, mafya Vincent diye Max’i gorurler ortalikta.

Vincent hic varoldu muydu?

Max, Vincent’e yardakcilik, taniklik yapiyor iken, bir de onun yerine gecmesi Vincent’in varligi hakkinda kuskular ilham eder.

Kim bu Vincent?

Hep edepli, iyiliksever melekler, cinlerle –iyi sihhatte olsunlar- dolasmamiz, gezmemiz tembihlenmisti bize. Peki bu tukenisin, bu pisligin, bu gunahlarin faturasi kime kesilecek. Şu amansiz profesyonel olum melegi degil mi herseyin sorumlusu.

Max, Vincent’i pekala da dilemiş olabilir. Vincent, bir dilek.

Hem, hayal gucu kuvvetlidir. Gunes siperliginin ardinda Maldiv adalarindan bakir ve dingin bir ada guzelligine kacar gun boyunca direksiyon sallarken. Musterilerin dir-diri, kucuk hesaplar, adaletsizlik, adi can sikintisi: indir siperligi, ucuz bir posta karti uzerine cennet basili. Kac.

Herkesi milimi milimine nalliyorken Vincent’in Max’a dokunmamasi ne istir.

Hem, bi de hayatini nasil car cur ettigi, nasil su kokmus taksinin icinde curuyup kaldigi filan gibi azarlarla Max’i kucuk dusurmeyi hic ihmal etmiyorken.

Tartaklar, yakasina yakisip umugunu sikar, ama cinslik bu ya, kollar Max’i bi yandan. Max, Vincent’in itip kakalamasiyla, attigi $amarlarla, futursuzlugu, kulak ceken zalim abi tavirlariyla cileden bi cikar, pir cikar.

Vincent’in elinden, taksisini son gaz carptirip takla attiraraktan kurtulur. Ah hayatta insan komplekslerinden, ruhsal safralarindan da boyle kurtulabilse. Ne gezer.

Boyle cerrahi incelikte ba$ belasini savmalar ancak filmlerde olur.

Max’in taksisi bir rahimse eger, Max girtlagini sikan Vincent ikizinden ananin karnini patlatarak ayrilabildi. Hayret, burnu bile kanamadi.

Oysa biz boceklerin cigerini portletmeye bir bakiş yetiyor.

Vincent. Ubermensch. Hayvan.

Soguk. Delikanli. Anac.

Zalim. Koksuz. Abi.

Max hakladi sonunda Vincent’i. Aynen bi Western vurusmasi sonucunda. Belediye tramvayinda, Max sahanliktan ates ediyor, Vincent icerden. Arada camli kapinin aynasi uzerine akisleri vuruyor. Cam yansiyan siluetleri hiza alip, sikiyorlar kursunlari.

Son hic de Şekspiryen degil. Şekspir yuh cekiyor.

Nasil oluyorsa Max ölmüyor.


-Hulusi Cinar

Monday, February 4, 2008

Hannibal Lecter'den Ajan Clarice Sterling'e bir Ask Mektubu

Clarice sevgilim,

Seni oyle hasta, yarali koyup gelmek bana yakismadi, ama ayrilmak zorundaydim. Umarim omuzun daha iyidir. Tertemiz diktim yarani. Yine de belli olmaz. Kendine dikkat etmelisin.

Yillardir kanunun hasin bakislarindan uzakta surdugum isimsiz, kimliksiz gocer hayatinin verdigi ufunet, Toskana'nin gunesle yunup yikanan bereketli sehirlerinde bir nebze dagiliyordu. Bilir misin, ayni bereketli yildizin hayat veren isinlariyla birbirimize bagli oldugumuzu dusunmek beni hep teselli etmistir. Gunesi duyumsadigim vakit seninle olurum bu yuzden. Toskana sehirleri, ah, sevgiliyle dolaysiz irtibata gecmek daha bir kolay oluyormus. Ya$a Toskana, ya$a ve ya$at!

Seni niye seviyorum biliyor musun Clarice, niye Guney'in kirlarindan israrla sehir batakligina atilip kendine toplum icinde bir yer bulmaya didinen, siradan bir kadini ozluyorum? Cocukluk travmalarinin yakip kavurdugu kuru bir yapragi, ki tapilasi kar gibi bir cildin altina sarinmistir, nasil olup da ihtiras ve tutkunun pencesinde titreyen zarif bir gul gibi goruyorum? Cunku sen Clarice, her seyin cer cop haline geldigi bu dunyada, seylerin icine kiymet koymasini bilen, bilmekle kalmayip bu kiymeti sagin tutmak icin gonlunu ve mesaisini kosulsuz harcayan bir Tanrica'sin. Ama ciliz bir Tanrica, olgun bir Tanrica.

Katline engel olamadigin kucuk kuzucugun kanli hatirasinin sana yasattigi caresizlik duygusuna kahramanca direnisin Clarice, ah o korpe kalbin, benim gibi dunyada hic bir seyin deger tasimadigina inanan bir nihilistin dikkatini cekmeliydi elbet. Senin etik durusun ve dunyaya sevgiyle bagliligin, benimkisi gibi estetik bir yaldiz altinda sonuklesmis bir dunyayi parildatan bir gorkemdir.

Kalbinde kucuk bir oglan cocugu soluyor Clarice. Hassas, kirilgan ve caresiz bir yavrucak. Onulmaz adalet duygusuyla bitkin dusmus, aglamakli bir delikanli. Dunyayi onarma vereminden geceleri uykusuzluk ceken, ketum ve ayni zamanda cesur bir taze. Ucakta donuyorken merakli bir oglan cocugu yanima sokuldu, kumanya kutumdaki kucuk beyin parcasini merak etti. Bir lokma verdim. Kucuk sipanin yuzundeki masumiyeti gormeliydin. Ama yeri gelir, dunya bu kucuk adami ezer, ha o vakit hemcinsinin baldir etini lokma lokma cignemeyi ogrenir. O zaman bu ifrit, benim nazarimda kahvalti mi desem, kusluk mu desem, bir soguk nevaleye donusmustur. Ama sen Clarice, sen hala o kucuk oglanin hazirliksizligini sakliyorsun yureginde. Belki de hazirliksizlik dememeliyim, ogrenmez, tecrube kazanmaz bir hassasiyet. Basimi donduruyorsun Clarice, surekli yenilgilerin, suya dusmus faniligin burnumun diregini sizlatiyor. Seni isiriyorum.

Bana bir zamanlar YENI ERKEK diyorlardi. Derler, dilin kemigi yok. Guya, butun olasi ahlaki kurali ve tabusal dusunceyi sifirlayan saldirganligim o kadar mutlaklasmis ki kapsamiyla biyolojik govdemin bana bictigi cinsellik ve eseyselligi a$mi$im. Amorf, plazmatik bir enerji halini almisim. Poh. Hatirliyorum da, agzima vurduklari demir peceyi mevzu ederlerdi. Neymis, konusma kabiliyetim oyle ileriymis ki sadece bu melekemi kullanarak dunyada degisiklikler ve etkiler olusturabiliyormusum. Elimi kolumu baglamalari, agzima demir pece takmalari bosunaymis. Zehirli kelimeleri insanlarin kulagina akitmasini ve bir kere zihinlerine nufuz ettikten sonra onlari oyuncagim haline getirmesini neredeyse $amanik bir yetke ile beceriyormusum.

Bunlar bos laflar, bos. Insanin en onemli melekesi konusmasi mi ki? Konusma, tip diliyle soylersek, nihai bir edim, motor bir edim. Agzima fermuar taktiklari zaman ben benden gidecek miyim yani? Plazmanin pariltisi, potansiyeli sonup gidecek mi? Gitmez. Niye mi? Asil kontrol altina almalari gereken ve bana asil gucumu veren GOZLERIM. Daha dogrusu BAKISIM, SEYREDISIM. Bu yeni cocuk, Ridley Scott, nasil da vurguluyor. Filmini tamamlarken kameranin irisi benim gozumun birine daralip kapaniyor. Bosuna mi? Ne diyor gulyanak Ridley HANNIBAL'in NAZARI diye filmine nokta koyarak? "Iste onun en guclu ve en zayif noktasi." Asil uzerinde durulmasi gereken nokta bu.

Diyelim ki gozume mil cektiler, agzima cirbir taktilar, elimi kolumu bagladilar, beni tamamen dondurdular. Yine de onlarin sumuklu beyinlerine nufuz etmeyi bilirim. Totemin gozleri ne gune duruyor. Bir nazar firlatirim, donar kalirlar. Arada cok yaklasirlarsa biraz burun, biraz kulak, biraz yanak. Mmmhh. Allah bilir bana yemek adarlar, dusmanlarinin kafataslarini icindeki corbayla beraber onume korlar. Ertesi sabah kaplarin bos oldugunu gorunce, birbirlerini vecd ve korku icinde durterler, ulu totemlerine daha bir baglanirlar. Ona hizmet ederler, ibadet ederler, en besili sunulariyla onurlandirirlar. Koclarim benim. Bu isin sonu yok. Insanda bu istiha olduktan sonra hep kalmasini bilmenin onunde muhim bir engel yok. Heh he.

Clarice gozbebegim, gecende yuruttugunuz FBI operasyonunu hatirlarsin. Evelda'nin kucaginda kucuk bir bebek vardi da, bunu durbununden gordugun anda minik yavrunun varligi, kotuluk kralicesi anasini Medusa'dan Madonna'ya cevirivermisti. Yalnizca senin gozunde ama. Iste seni en guzel anlatan anekdotlardan biri bu. Senin bir deger sistemin var demistim, azizlerin var, kutsallarin var. Kucuk bir sut bebenin varligi kotuluk, firsat, vazife gibi isimleri bir anda arkaya iteleyiveriyor. Arabanin onune atlayan kedi yavrusunu ezmemek refleksiyle frenlere asilmak gibi yani. Olay oyle mi gelisti ama. Meslektaslarinin gozunde, kotulukle curumus ananin govdesi, bebeginin masumiyetini ve iyiligini onemsiz kilar, orter bicimde abariverdi. Operasyona giristiler. Sen kuzuyu tasiyamadigin, kaciramadigin gibi, caresiz kaldin, anasinin patlayan catlayan organlarinin, oluk oluk kanla bebesinin yuzune basina yagmasini onleyemedin. Bir de eve gidip, salya sumuk agladin. Cok $ekersin Clarice.

Govde (=ceset) icinde bir deger, can yoksa basit bir maldir ya da dogrusu besindir, oyle degil mi? Anasina kanguru gibi yapisik bebek, ne vakit bakimina muhtac oldugu hakim candan ayrikla$ir? Bir kimlik, bagimsiz bir varlik olarak yani. Operasyoncular, "Mecburduk" derler, "firsati kaciramazdik", ama onlarin asil soylemek istedikleri, insan insan diye yuceltip, yere goge sigdiramadiklari guruhun aslinda mezbahalik bir suruden hic de farkli olmadigidir. Iste benim yamyamligimin esprisi burada Clarisse. Bana hicbir sey, ki insan govdesi de dahil, tabu degil. Insan govdesinin benim gozumdeki bu ozelliksizligi nerdeyse Dogu dinlerinin dunyanin hallerine ve seylerine atfettikleri gecicilik veya ucuculuk mefhumu gibidir. N’olcak iste, hersey itibari. Ama, uff uff, birinin yanagindan hart diye bir parca koparip aldigin zaman, izdirap verdin ya, aman bagris cagris, Lecter soyle cani, boyle kotu, soyle tehlikeli. Ha-ha-hayt. Fasaryadan bunlar. Virt ve de cirt. Zibarip gittiginizde toprak kurtcuklari, ciyanlari sizin gul govdelerinizle beslendigi zaman goreyim sizi. Eskiya kurtcuklar, cani ciyanlar, kotu bakteriler. Ha-ha-hayt.

Kreindler'in kafatasini nasil cikarip kaldirdim, beynini kizgin tavaya azcik gosterip tattirdim namussuza. Pek begendi, 'kendini' pek begendi. Ama asil soylemek istedigim sey baska . Biliyorsun, ben tip doktoruyum. Arada sana gonderdigim mektuplarinda imzamin sonuna MD unvanimi ilistiriyorum ya. Hatirla. Hatta senin omuzundaki kursunu da cikardim, yarani kapattim, guzelce diktim. Okuluna gittik bu bokun. Ama sorarsin tabii niye psikiyatrist oldun diye? Psikiyatri de cerrahi guzelim. Ruhu guzel guzel kesip biciyorsun. Pirzolalik yerleri var, kokoreclik yerleri var. Kaniyor, dagiliyor. Dikis atiyorsun. Govdeye yamyamca atak ettigim gibi ruha da saldiririm ben. Verger salagini yuzunu kesmeye oyle tesvik etmedim mi? Sen beni ilk ziyarete geldiginde (ne kutlu gundu o, unutamam) yan hucredeki hem$o sana dalasmisti da, bir ogleden sonra konusmayla, telkinle, dilini koparip aldim salagin. Kendinle beslenmesini bilemedigi icin de kopuk dil lokmasi bogazina oturdu, zibarip gitti. Tabii dil cok kanli bir organdir, koptu mu bir ba$ka kanar. Kendinde boguldu namert.

Ne diyordum, ha, Kreindler'in kellesi. Dusun bir, bir kalp cerrahi gogus kafesini acmis, iman tahtani ayirmis, bypass yapacak. Gordun mu sen bu ameliyati? Oyle senin gordugun catlak patlak cesetlere benzemez ameliyat masasinda yatan insan govdesi. Temizdir, yikarlar paklarlar. Ameliyat yarasi simetrik, tertipli bir sekilde acilir. Bazi kurbanlarima bah$etmisimdir bu guzelligi. Italyan dedektif Pazzi mesela. Karnini, icindeki kocaman karanfil acilsin diye yariverip, sonra da kutuphanenin balkonundan bir demet gibi sallandirdim. Ayni tabloyu daha once kacisim sirasinda da kullanmistim. Birinin govdesini kes bic, estetize edip takdim et, bak o zaman bu hipnotik etki nasil oluyor. Aklini baglarsin zavallilarin. Bu kucuk numara sayesinde hapisten kacmistim. Ha bir de en beklenmeyen olagan seyin arkasina saklanmak var, polislerden birinin derisini yuzup, yuzume yuz diye takmistim. En bilgi verici sey diye bilirsin oysa arkasina en kolay sekilde saklanilacak seydir, KIMLIK. Fazla gevis getirmiyelim ama bak, bu baska bir bahis. Pazzi'deki estetik daha baska bir sey, oradaki olay kucuk adami (Marcello Maestroanni'ye benziyordu herif napiym) ve yuzune gozune bulastirdigi acgozlulugu kutsuyorum.


Ameliyat odasina donelim tekrar. Geldik mi? Gogus kafesi acik, dolasim sistemini makinaya baglamislar. Simdi dusun bir an, sistemin her yanina islemis RASYONELLIK iptal olsun. Buyuk harf rastonalite yitip gidince cerrahin elkitabindaki bypass ameliyati prosedurlerini birbirine baglayan kurgu da silinip gitsin. Cerrah, vakasini onemsemesin, bypass'a bosverip, at yarislarina gitsin. Olmaz dersin ben de diyelim ki yani derim.

Iste Kreindler'e irrasyonel bir cerrah gibi yaklasmisim. Senin omuzun icin aklim basimdaydi o baska. Ama Kreindler'de ruh ve govde cerrahisini estetik bir ayin tertibiyle nasil birlestirmisim? Herifin kafayi, hayatini tehdit eden bir tumoru cikarmak icin aciyor olsaydim, aman doktorcum, canim cicim doktorcum. Morali bozuk diye azcik narsisistik takviye yapsaydim psikoterapiyle, ki sol frontal lobundan bir parca yedirisim onu temsil ediyor, yine aman doktorcum, yaman doktorcum. SERSEMLER. YALAKALAR. Hem ruhunuz, hem govdeniz gezinti guvertesi, lunapark, tatbikat meydani, ondan sonra da bu yolgecen hanligini yuzunuze vuran estetik eserlere pislik muamelesi cekiyorsunuz. IKI YUZLU DUMBUKLER.

Heh he.

Tatlim (kaymakli ayva tatlim yani). Kendine iyi bak. Sana cok soyliyecegim sey var, sana sonsuza degin konusmak istiyorum. Ikilik halinden seninle birlik haline yurumek, ah, bunun olasiligi beni heyecandan tir tir titretiyor. Sen, bir tek sen, kendi govdemden ayri olarak duyumsayabildigim sevgili bir konaksin. Sen, bir tek sen, hurmetime mazharsin. Sen, bir tek sen, dokundugumda ufalanip gitmiyorsun. Sen, sevgilim, tek gercek seysin.

Bir dahaki sefere.

Hizmetkarin,

H.

Posted by Hulusi Cinar

Bagel lox sandwich

Canım abilerim, ablalarim,

Ne diyeyim, şahsi üzüntüm karşısında gösterdiğiniz duyarsızlığı anlıyamıyorum bir türlü. Olay basit bir 'manifoturacı' dukkanının kapanması degildi ki! "Bagel manifoturacısını" kapattılar. Dükkanin kepenkleri indi, benim de tat merkezimdeki nöron topluluklarından biri söndü.

Öyle görünüyor ki bu 'kutsal' yemek mekanında, artık, bagel üstüne -lox and bits- sandviçini tadamıyacağım. Gösterdiğim huysuzluk tarafınızdan şımarıklık diye lanse ediliyor, duyuyorum. Hayır, hiç öyle değil, olay sandığınız gibi değil.

Yanılıyorsunuz.

Bakın anlatayım.

Bilirsiniz ki gurme havalart atmama rağmen kendim çok iyi yemek pişiremem. Daha doğrusu, pek coğuna 'harika' gelecek mutfak ürünleri elimden çıkıyor olmasına rağmen, 'virtüozite' gerçeğinin farkındayım ve de hürmetliyim. Bu konu benim için derin bir politik boyut taşımaktadır. Sırf bu nedenle, olağan yemek gündeliğinin insanı huzursuzlandıran çemberinden geçerken, bir tad 'mucize'sine karşı hep hazırlıklıyım. Ve bunun da hangi talaş kokulu yemek dergahında karşınıza çıkacağı bilinmez. Aslında sadece bu heyecanlı bekleyiş bile, eğer özünü gösterebilseydim, dedikoducular ve muhaliflerimin kalbini yumuşatmaya yeterdi.

İşte, sayın ablalarım, abilerim, şu anda oturduğum şehirde gözüm gibi sakındığım ve varlığına şükür ederek sık sık ziyaretıne gittiğim küçük bir mucizem vardı.

Şimdi yok.

Bilirsiniz, bulunduğunuz yörenin, oturduğunuz şehrin bir sanal tadlar şebekesi vardır. New Orleans'a geldiginiz vakit hem yerel lokantaları dolaşmış, hem de bu konu üzerine uzun uzun konuşmustuk. Ne güzel muhabbetlerdi! "Yoksullarin mutfağı", "Amerikan tad bastardizasyonu", "kahvaltının metafizik anlamı", "tropik mutfakların paradoksik ağırlığı", "Sushi: transandantal mutfak". Hatırlıyor musunuz?

Hele Lefcadio Hearn'un yemek yazılarını beraberce keşfedişimiz. (O gunlerin kıymetli hatırasi yanında sizin şimdi şu soğuk makarna yabancılaşmanız beni gerçekten yaralıyor bir bilseniz) Hele hele Miyamoto Musashi’nin kitabı tarzı bir yemek kitabı yazma planı yapmıştık! Yarabbi, ne parlak buluş: Taste is the Way.

İşte bu şehirdeki çeşni külliyatında beni usul usul bekleyen 'muhteşem' bir seçenek vardı. Şimdi yok. ('seçenek' iyi gitmedi, 'trip' demeliyim.) Takip ediyorsunuz, -lox and bits-den bahsediyorum.

Bu sandviçi kendim yapmayı denedim, ancak deminden beri kapanışına ahlar vahlar döşediğim dükkanın tad tomurcuklarını tiril tiril titreten büyülü ürününe bir türlü vasıl olamadım.

Sanıyorum olay bir kaç unsurla açıklanabilir.

İlkin, bildiğiniz üzere lox, somon balığından salamura ve soğuk tütsü terbiyesiyle elde edilen bir nev'i soğuk ettir. Somon balığının yağ miktarı ve içerdiği karbonhidratlar yeterli oranda balığın etine girişmişlerse dokusu tavuk göğsü veya papayayı andırıyor diyeceğim o meyvesellik, o tatlılık esintisi, bu harika ette zuhur etmiş olur. Ancak bu kadarı kafi değildir, çünkü salamura esnasında kullanılan tuz miktarı, somon etini pekala 'pis' edebilir. Bazan somonun etindeki tatlımsılığı kaçırmadan sunabilmek için salamura suyuna şeker karıştırıldığı olur. Ancak bu şeker karıştırma olayı, şarapçılık alemindeki 'chaptalization' ucuzluğunun yolacacağı fena sonuçları bunyesinde barındırmaktadır.

Yani, somonun salamurası itina gerektiren bir şeydir.

Tütsüsü de oyle.

Atlantik somonunun Nova Scotia şivesini takip ederim. Bagelli sandviç yapmak için Nova Scotia somonunu içeren çeşitli markalar denedim, ancak hep bu salamura işleminin ve artık bu işlemin 'zehiri' diyeceğim tuzun azizliğine uğradım. Sandviçleri hazırladığım somon eti hep lüzumundan fazla tuzlu bir tad bırakıyordu.

O dükkanda yapılan -lox ve bits- sandviçinde kullanılan lox benim hikayesini bilmek istemiyeceğim kadar güzel terbiye edilmiş bir üründü. Bazan bazı şeyler size büyülü gelir de büyü bozulmasın diye o şey hakkında konuşmadığınız olur.

"Lox and bits"in etinden soz ederken otundan soz etmemem, taze fasulya derken salcayi hic anmamak gibi olur.

Iki tane, hayir, uc tane ot, benim caniim (mmmh) sandvicimin yavruagzi yuzunu susler. (Yavruagzi derken somon diliminin verdigi rengin yansisini kasdettigimi anlamissinizdir.) Otun ilki, bu yavruagzi arka planda firlak mukozal bir cicek havasi vererek kurulmus olan domates dilimleridir. Tarla idiomu, ve ke$ke Manisa lehcesi olmasi tercih sebebidir.

Niye mi?

Taad, tad.

Domates damaga yaptigi fiyaka nedeniyle somondan gelen tatlimsiligi dengeleyen bir konturpuan ogesi olur. Yine de dikkat, fazla aside yurumus domates pekala sandavicin uzerinde 'sineklesebilir'. Ancak, domates nihayette mutedil bir meyvedir, bir 'biber' hi$imi ve iktidarciligi tasimadigi icin her zaman gozdem olmustur, olacaktir. Domates, sandvicin susune etini,ruhunu, kanini ve de 'sumugunu' katar. Tam bir kendini adayis. Tam bir proleter fedakarlik. Mechul ve olgun.

Ikinci ot ise soganlarin $ahi, herkesden afili ve tatli, Kemalettin Tugcu'nun gozde salata malzemesi, Italyan sogani, yani mor sogandir. (Ben boyle yazarken hep sizin 'cazgir misin be oglum, kendini boyle kaptiriyorsun" deyisiniz geliyor.) Kemalettin Tugcu mu? Evet o, yani beni mor sogan denen dominatrix ile ilk tanistiran kisi. Onunden ve arkasindan aglamaya deycek bu sogan cesidini bir eserinde konu edinerek, bu cennet taami ile mutebelle$ olmami saglayan unutulmaz edebiyat adami.

Karakter, yanlis hatirlamiyorsam, 'Selim Dede' idi. Yetim ve de oksuz torunuyla bir yere siginmislar. Mahalleli buncagizlara aciyor ve yasam kavgasinda bir nebze olsun rahat edebilmeleri icin onlara baslarini sokabileceklari bir ev yapmaya basliyor. Mahalleli imece usulu calisirken Selim Dede onlara yemekler pisiriyor. Iste, Tugcu'nun mutfak dehasi burada kendini gosterir. Dede, salatayi mor soganla yapiyor, herkes bayiliyor. Mahalleli, adamin yemeklerini ve kabiliyetini oyle tutuyorlar ki bir lokanta acmasi icin tesvik ediyorlar. Falan filan. (Ayrintilar aklimda kalmamis olabilir, maksadim mor sogan, pulp fiction degil)

Iste ben mor sogani bu hikayeyle tanimistim. Tugcu kulliyatini annemle paralel okudugumuz icin kitabin bize tavsiye ettigi mor sogani pazarda bulup denemis ve aninda carpilmistik. Evet, Tugcu'nu satirlarinin ovdugu kadar vardi.

Elbette o vakitler boyle cicili bicili yemek kitaplari ve dergileri tuketmek gibi bir luksumuz yoktu. Teksas cizgi romaninda Rodi ile beraber kizarmis hindi koklar, turta asirirdik. Puik ile dolgun 'jambon' guzellerine yanasir, sniff sniff ederdik.

Hey gidi hey!

Ancak, K. Tugcu'nun yerelligi vasitasiyla edebiyat gercege donusuveriyordu. Iste mor sogan bu donusum torenlerinin canli hatirasini en belirgin bicimde bana duyumsatan ornektir.

Simdi bi dakka, bi slogan atayım:

KEMALETTIN TUGCU'NUN ESERLERINDE YER ALAN
YEMEK TARIFLERI, KURU-PILAVLAR, MANGAL
YEMEKLERI VE DE MOR SOGANLAR NICELERIYLE
BERABER ILELEBET YASIYACAK!
(en azindan benim gonlumde.)

Ablalarim, Abilerim, basinizi fazla agritmadan, mor soganin diger sari beyaz turdeslerine gore, daha fazla seker icerdigini, bu nedenle somon etiyle elele vererek tatlimsilik seruvenini, agiz evrenlerimiz icin daha bir hakiki yaptigini soylemeden gecmiyeyim.

Ancak, takdir edersiniz ki sogan dilimleri ne fazla kalin olacak (ancak miskin miskin terlemesine musaade edilecek bir incelikte kiyilmis olmalari en makbuldur) ne de hakim tad somonla rekabet eder miktarda olacak.

Ucuncu ot, yine Italyan kokenli kapari taneleri. Dort bes tane. Tursu formunda. Yukardan beri sakinilmasi icin iyiden iyiye dil doktugum tuz ve ek$iyi bir yalaz seklinde sahesere katmak icin.

Tabii ki bu arada su yukarda saydiklarimi hafif kizartilmis bagel uzerine dosemeden once, bagel yuzeyine krem peynir surmek gerektigini unutmadan soyliyeyim. Philedelphia usulu. Hafif yaglisindan. Krem peynir: Hem lezzete katkisi olur, hem cignemeyi kolaylastirir, hem tatlimsiligin bir ucundan tutar.

Iste boyle buyuk kardeslerim. Umarim, su yukarda dile getirdiklerim $erefine -lox and bits- bagimliligim ve tutkuma hakkim oldugunu teslim edersiniz. Bana bu bilesimin semavi ornegini tatma imkani veren dukkanin kepenklerini indirmesi uzerine dillendirdigim intizari, $unca zamanlik dostluk ve yoldasligimizin yuzu suyu hurmetine, umuyorum ki, bana cok gormezsiniz.

Degerli zamaninizi biraz daha calmayi goze alarak, bu sandavice ev sahipligi eden bagel cesitleri icinde en cok susamli, sonra soganli, en sonra da duz cesitlerini sevdigimi ilave etmeliyim. Eger duz bagel tercih ettiysem parlak yuzlu olanlar daha makbuldur, cunku, yine, bu 'mutlu' bagel parlakligi, tatlimsilik destaninda, somona ve sogana siki bir omuz vermektedir.

Soyliyeceklerim bu kadar, abi ve ablalarim. Su yazdiklarimin giderek sanallasan dunyamizin tadi tuzu olmasi, cesnisine cesni katmasi dilegiyle, anlayisinizi bekliyor, tad evrenlerinde ortaklasa yasayacagimiz olagandisi, tarihyazan tadim ayinlerinde birarada olmayi butun ictenligimle temenni ediyorum. Hayatiniz bal olsun!

Leziz hürmetlerimle,

Y.İ. Yaşar

Posted by Hulusi Cinar

Spalding Gray

I remember standing in that second-story window and looking down, wondering if I really had the courage to jump and if I did would it kill me from such a small height. I think I figured I'd just break a leg or something and end up in a cast for the rest of the summer, and that would be much better than dying because of all the attention I'd get. But then I also realized that Mom wouldn't be able to give me any attention, because she was cracking up and needed all of it for herself.
--from Impossible Vacation

Iste boyle demis sanatci Spalding Gray, takintilari ve yikilmisligini aci bir alayla harmanlayarak voyoristik seyircilerine takdim ettigi sahne performanslarinin birinde.

Hayati ve sanati tam manasiyla acinin, tereddut agirlikli bunalimin kurguladigi bir seyirlikti sanki.

Spalding Gray oldu. Intihar ettigi soyleniyor. Soguk bir kis aksami New York Long Island vapurundan atlayarak yasamina son verdigi dusunuluyor. Kendisinden alinan son haber vapur iskelesindeki bir telefon kulubesinden yaptigi arama. Sonrasi, kayip.

62 yasindaydi. 10 Ocakta kayiplara karismasinin ardindan yaklasik iki ay sonra cesedi su yuzune vurdu. Mevtanin siyah kadife fitilli pantolonlu oldugu haberini alan karisi bu Spaldingdir deyip, agladi.

Bu kez kendine kiydi, dediler. Diline pelesenk ettigi ve evvelden pek de basarili olmamis ozkiyi girisimlerini bu kez tamamina erdirdi, diye dusunduler.

Spalding Gray, bu keresinde Kambocya’ya dogru yuzuse gecmisti. Kitaplarindan birinin basligina (Swimming to Cambodia) ithafen yapilan bu igneli saptama, eserinin yani hayatinin ana mesajini taclandiran bir iyibilirdik yerine gecti.

Anasi 52 yasinda yasamina son verdiginden oturu, Spalding bu yas donumunu anaa, sag kaldik diye hayiflanarak atlatmisti. Cigerine islemis bu kisisel yikim, hayat isigini sondurmeye yonelik bir kara firtina seklinde, sagkalimini bosa alan calkantilar ufurmustu ruhunun dort bir yanina.

Akabacik yuzlu, yakisikli bir adamdi kendileri. Belki de aynadan yansiyan duru guzelliginin verdigi ilhamda govdesine tutunmasini, diri kalmasini bildiren bir nefis gucu buluyordu. Ta ki, iki yil once Irlanda’da gecirdigi korkunc trafik kazasinin govdesi ve yuzunu hayatinin kara bekleyisini aksettirir bir tarzda hercumerc etmesine kadar.

10 Ocak gecesi sinemaya gider Spalding Gray, cok sevdigi ogullariyla birlikte. Hava muhalafeti nedeniyle gidemedigi kayak tatilinin yerine, Tim Burton’un ‘Big Fish’ filmini seyreder.

Filmde aglar. Cikinca, cocuklarindan, bir arkadasina ugrayacagini soyleyerek ayrilir. Malum telefon gorusmesini yapar.

Karisi, Big Fish filminin Spalding’e hayat lambasina ufleyecegi son puff icin dingin bir izin cikardigi kanaatindedir.

Adam bayiltan buz gibi sularin arasina karisan Spalding, belki de subtropik anac denizlerin sifali ilikliginda, yasam tereddutunu geride birakan bir derya kuzusunun kaygisiz seyahatine cikti.

Ruhu $ad olsun. Mumkunse.

Hulusi Cinar

Sunday, February 3, 2008

Çagan Irmak son filmi Ulak ile M. Night Shyamalan tarzı bir sinema anlayışı mı sergiliyor?

Ulak filmi üzerine eleştirilere bakarak Çağan Irmak’ın simgesel ve metafizik bir dil kullandığını ve bu yönüyle sinema anlayışının Sixth Sense, Unbreakable, Signs, Village, ve Lady in the Water gibi filmlerin direktörü M Night Shyamalan’inkine benziyor olabileceğini düşünüyorum. Film isminin seçimi (Ulak) bu kanımı destekler mahiyette. Eh, filmi seyretmeden bu tezi temellendirmek henüz mümkün değil :).

Hulusi Cinar

Wednesday, January 30, 2008

Kabak Ezme

Malzeme: (Birkaç kişilik)
Orta boy, 3-4 adet kabak

Yoğurt
2-3 diş sarımsak
Yeteri kadar tuz
Dere otu (tazesi makbul ama kurusu da olur)

Kabakları soyduktan sonra iki-üç parçaya bölerek bir tencerede kaynatın. Aşırı kaynatmak yerine, çatal kolay batmaya başladıktan sonra, yine çatalla kolay ezileceğini düşündüğünüz ama kendiliğinden dağılmayacak o noktaya kadar kaynatın. Tencereniz sıkışık nizam doluysa arada kabakları çevirerek her yanlarının güzelce yumuşamasına müsaade etmenizde yarar var.

Kaynatma işlemi tamama erdikten sonra kabakları bir süzgüye alın, üzerlerinde ince yarıklar açarak, hem içlerinde toplanmış fazla suyun akmasına, hem de biraz soğumalarına izin verin.

Bu arada sarımsakları ayıklayıp tahta havanınızda biraz tuz ile dövün - adamı söz, sarımsağı tuz öldürür, derlermiş; dövme işlemini sarımsak vıcık vıcık olana kadar değil, hani sarımsağın liflendiği, yapışkan yağını ve kokusunu salıp liflerin dolaşık dolaşık olduğu ön-püre durumuna kadar sürdürün. Bu kıvamı tutturabilmek için tokmak vuruşlarını hınçla ve lüzumsuz sayıda değil, itinayla, bakarak, sarımsağı fışk diye öksürtüp dağıtan tek hamleler şeklinde ve en az sayıda olacak şekilde ayarlayın. Bu işlemi burnunuzla yönlendirmenizde yarar var; koku kesif olmalı.

Bu arada süzgüdeki kabaklar su yükünü salmıştır; onları kaba aktarın. Şöyle çatalla, yalan yanlış, kendinizi kaptırmadan biraz ezin. Sarımsağı ezdiğiniz havan tokmağıyla ezmenin üzerini biraz boyayın. Küçük bir kaşıkla kalan sarımsağı ezme kabağın karıkları içine gömerek ekim yapın. Bu sırada fazla ekşi olmayan yoğurdun birikmiş suyunu şürülüp diye için ve gerisini İtalyan dondurması gibi ezmenin üstüne indirin. Tabii yoğurt dondurma gibi spirallenerek inmez, toprak kaymasına benzer bir tarzda dökülecektir. Yine çatalla alt-üst ederek yoğurdu ezmeye yedirin. Kabağın pastel yeşili, yoğurdun mika beyazıyla her noktada muntazam bir şekilde açık bir ton alana kadar bu işleme devam edin. Yoğurdun eksik olduğunu düşünüyorsanız eklemenizde hiçbir sakınca yok.

Ezme yoğurda güzelce yedirildi mi; yedirildi... Kuru dere otunun nasıl karıştırılacağına gelelim şimdi; ezmenin üst yüzeyinde, dışı kabın seramiğine değen bir çember oturuyormuş gibi hayal edip ortasına dere otunu sepeleyin. Dere otu yığılmamalı, mümkünse yakın nizam ve homojen olarak, tek tane halinde düşmeli... Şimdi, bu güzel coğrafyanın hafif tepelik ve en yoğun otlu yerinden başlayarak birkaç sürüş darbesiyle dereotunu ezmeye yedirin.

Evet efendim, ezme hazırdır... Balık ve tavukla iyi gidiyor, artan olursa buzdolabında formundan çok kaybetmeden bir gün duruyor.

Afiyet bal olsun!

(previously published in Araf Dergi No.22 October 2000)